Röportaj
Vural Gökçaylı
ANADOLU MEDENİYETLERİNİN İZİNDE BİR TASARIMCI…
16.09.2015 14:04

Düşünün ki 60'lı yıllarda Paris'tesiniz; parfüm kokuları ve topuk sesleri arasında Seine nehri kıyısında yürüyorsunuz. Sokak çalgıcıları son fırça darbelerini katıyor manzaraya, sonra en şık kadınlar ve erkekler opera kapısından canlı heykeller gibi geçiyor. İçerisi Vadi'deki Zambak kadar sanat dolu… Edebiyat, moda ve müzik ortak ruh sanatta buluşuyor. O sırada genç bir adam operadan o kadar etkileniyor ki, tüm gece klasik müzik sesi ve gördüğü şıklık aklından çıkmıyor… İşte o genç adam Vural Gökçaylı… Aradan geçen yıllarda dünyaca tanına bir moda tasarımcısı haline gelen Vural Gökçaylı, Bodrum Mavi dergisi için sorularımızı yanıtladı.

 “Bodrum'u kıskanıyorum artık, herkesi kendine çekiyor.”

Bodrum'la tanışmanız nasıl oldu?

Ben şanslıyım çünkü Bodrum'u Halikarnas Balıkçısının kız kardeşi Fahrünnisa Zeyd'den dinledim.  1975 senesinde hiç unutmam, Güllük'ten Bodrum'a geliyoruz, ne kadar güzel bir manzara karşıladı bizi, çok etkilendim… O giriş, o deniz, o tepeler, o yeşillik… Çıldırdık… Sonra bir ev alalım Bodrum'dan dedik,  Gündoğan'daki Küçükbük Koyu'ndan ev aldım. Evimin yerine de hayranım, mavi bayraklı oralar. Etrafımızda çok ev yok ve hala bakirlik var. Bodrum'un toprağı da çok bereketli; bir kere yoldan sopa gibi bir şey bulmuştum, toprağa bir soktum baktım yeşermiş.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

“Begonvillerim, küçük felixler, salkım söğütlerimle öpüşüyorum, Bodrum'da ne eksen çıkıyor, bereket var.”

Bodrum'u bir tasarımcı gözüyle nasıl buluyorsunuz?

Bodrum sanat ve kültürle bezeli bir yer… Derin bir tarihi geçmişi var... Ben o geçmişi daha fazla ön plana çıkarmak isterdim bir sanatçı olarak. Geçmişi inkâr edersek önümüzü göremeyiz. Bodrum'da tüm evlerin beyaz olması büyük avantaj fakat sokaklarda, caddelerde heykeller eksik. Geçmişi yansıtan, çağdaş ve modern heykeller bence Bodrum'un yüzüne çok yakışır. Aydınlatma da çok önemli, mesela Gündoğan'da 4 tane değirmen var çok güzel, onlar aydınlatılsa ne güzel olur; Leros'ta bunu yapıyorlar ve başarılı olmuş. Bodrum biraz Miami, biraz İstanbul/Levent gibi diyebilirim fakat dediğim gibi şehir içinde sanat daha fazla yer almalı. Mesela Miami'ye bakarsak her yer heykel, çarşıdaki bina duvarlarında ressamlarca yapılmış eserler var. Bodrum'da da böyle olabilir. Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon, çağdaş ve modern bir adam, iyi bir sanat danışmanı grubu ile bunu başarabilir diye düşünüyorum. Ben 10 sene Paris'te kaldım; Fransa'da okurken derslerimize ve konferanslara gelen sanat tarihi profesörü Benoist Mechin size doğunun gizemini anlatacağım dedi ve İstanbul'da yeni camiinin yanındaki Rüstem Paşa Camii'nin fotoğraflarını gösterdi ve “Mimar Sinan, Leonarda Da Vinci kadar mühim bir sanatçıdır” dedi... O sunumdan çok etkilendim ve Paris'ten İstanbul'a dönüşümde ilk işim Rüstem Paşa Camisi'ne gitmek oldu… O caminin minaresinin, kubbesinin güzelliği, 17. asır çinileri hazine niteliğindedir. İstanbullu olarak Rüstem Paşa camisini tek geçerim. Paris'teki güzel sanatlar bölümü hala camiyi görmeye İstanbul'a geliyor, öğrenciler caminin bahçesinde oturup çinileri izliyorlar…

Bodrum'da da sizi o derece etkileyen bir yer var mı peki?

Bodrum kalesi çok güzel...  Fakat içine cami yapmak tasarım açısından bakınca bence yakışmadı, Antik Tiyatroyu da çok beğenirim. Bodrum'un etrafı da harika, gidilecek çok yer var. Bodrum'a bazen arabayla gideriz, o zaman yol üzerinde Bafa gölü de çok güzel bir manzara sunar… Her yerde ayrı bir güzellik var, yani kısaca demek istediğim tasarımcı, mimar, heykeltıraş olarak hiç dışardan bir şey almaya gerek yok. Anadolu herkesi besler… Buradan geçen bütün medeniyetlerin mirasçısı biziz. Bir de Bizans'a, Ermeni mimarisine burun kıvırmayıp daha soyut davranabilsek… Ben bütün öğrencilerime hep Anadolu toprağındaki sanatı, Osmanlı, Selçuk, Roma, Hitit desenlerini gösteririm.

Modaya dönecek olursak, Vural Gökçaylı'nın tasarım anlayışı nedir?

Sonradan tasarımcı olunmaz, öyle doğarsınız ve bu eğitimle yüceltilir, moda tasarımız da doğuştan gelen bir yetenekle biçimlenir. Benim için moda mutluluk demektir. Giymek mutluluktur! Mesela sevgilisinden ayrılmış çok mutsuz kişiler geliyor ve “Beni değiştir.” diyorlar. Mutsuz gelen birini mutlu olarak uğurluyoruz…

Peki Vural Gökçaylı tasarımlarını nasıl bir ortamda yapıyor?

Ben bazı tasarımlarımı Bodrum'da evimde çizerim. O anlarda benim için en büyük ilham Johann Sebastian Bach, yanımdaki en büyük dostum Bach'ın müziğidir… Tasarımlarımı yaparken tek başıma olmak isterim, eşim bile olmaz yanımda. Ben Bach'la, düşlerimle o seneki mevzum ne ise onu çizerim ve koleksiyonlarımı ona göre hazırladım. Ayrıca ben İtalyan Ticaret Lisesinde okudum, ticaret lisesi olabilir ama sanatsal yönü çok kuvvetliydi; Latince kısmı ve ticaret kısmı vardı. Rönesans dönemi ile küçücük yaşlarda haşır neşir olduk, Dante'nin İlahi Komedya'sını öğrendik, Vivaldi dinledik, operalar dinledik… Paris'te Opera izlerken görsel sanat adına da çok şey öğrendim, bir yandan Maria Kallas, bir yandan Tosca'nın müzikleri, bir yandan sahne tasarımı, ışık… Defilelerde de operadaki gibi ışık çok önemli bir tasarım aracıdır, kıyafeti ön plana çıkartabilir veya kamufle edebilir, bunu iyi bilmek ve hissederek yapmak lazım…

Paris'teki eğitim hayatınız dikkat çekici…

Paris'te benim için en büyük şanslardan biri Halikarnas Balıkçısı'nın kız kardeşini Fahrünnisa Zeyd'i tanımam oldu. O inanılmaz bir tasarımcı! Tanışma hikâyemiz de ilginç, Paris'te Cafe de Flore'de otururken bir afiş gördüm bir baktım Fahri Nüsha Zeyd'in sergi ilanı… 60'lı yıllarda oluyor bu… Sonra sergisine gittim, 20 yaşındayım daha, içeri çekinerek girdim. İçerde resimler, maskeler… İçerde şık bir kadın kimiyle İngilizce, kimiyle Almanca, Fransızca, kimiyle Arapça konuşuyor… Bir an için “Ayten ilaçlarımı getirir misin kızım?” dedi. Ben de şaşırdım, dedim “Siz Türk müsünüz?”. “Tabi Türk'üm, ben Şakir Paşanın kızıyım, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın kardeşiyim, tiyatro sanatçısı Şirin Devrim de benim kızımdır.” dedi. Onlar müthiş bir sanatçı aile tabi… Sergisindeki heykel gibi maskeler çok dikkat çekiciydi, kullandığı malzemeyi merak etmiş fakat soramamıştım, alçı mı, pişmiş toprak mı? Seneler sonra İstanbul'da bir davette, Füreyya'nın evinde öğrendim ki, hindi iskeletinden yapmış o maskeleri… Üstelik tesadüfen keşfediyor hindi ve tavuk iskeletlerinin estetik yapısını. Bir gün yemeğe davet ettiği kayınvalidesi ondan hindi istiyor, hindi yendikçe altından muhteşem bir şey çıktığını fark ediyor Fahrünnisa. Bilirsiniz belki, hindi ve tavuğun iskeleti tam bir balıkçı takasının omurgası gibidir…  Tasarım işte budur, yetenek budur!

Herkes göremez tabi kemiklerdeki o estetiği…

Fahrünnisa onları temizlemiş, boyamış ve mask yapmış düşünün, ama ne masklar, dehşet!  Hindi kemiğinden sanat eseri nasıl çıkar demeyin, sanatçı bunu yapar! Eksantrik kadın, tasarımcı tabi, bohem yani… O zamanın Fransa Kültür Bakanı Andre Malroux ki müthiş bir entelektüeldir, sergisini gezmiş Fahrinnüsa'nın ve çok etkilenerek sergi defterine 'serginize bayıldım eserleriniz harika; özellikle masklarınız dehşet!' diye yazmış… Bunun üzerine Fahrünnisa, ziyarete gidiyor Andre Malroux'u ve giderken kültür bakanına maske götürüyor, maskeyi gören Marloux “İşte bu bir sanat!” diyor... Hindiden sanat eseri yapabilmek bu tanrının verdiği bir lütuftur.

Tasarımcıların doğuştan gelen yeteneği olduğunu söylüyorsunuz, Fahrinnüsa Zeyd'deki gibi, peki şairlerde böyle mi sizce?

Tabi ki, düşünün Nazım gibi şair var mı? Kuvâyi Milliye harika bir şiirdir mesela, ağlarım okurken:

 “Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe'de Afyon Ovası'na atlayacaktı.”

Dediğim gibi Nazım harikadır! Yahya Kemal'i, Tevfik Fikret'i, Fransız yazar ve filozof, Volteire'i de çok beğenirim. Volteire Fransız ihtilalinin fikir babasıdır. 60'lı yıllarda talebeler özgürlük için Concorde Meydanı'nda toplandığı zaman ben de aralarına katıldım. Önde Andrea Marloux ile Simone de Beauvoir yürüyormuş, ertesi gün gazetelerden öğrendik. O sırada da zamanın Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle'de yürüyüşü Élysée Sarayı'nın arka penceresinden izliyormuş… Bakın şimdi tarihi bir sözü anlatacağım. Yürüyüşün ertesi günü içişleri bakanı Gauelle'yi aramış ve demiş ki “Ekselansları, Andrea Marloux ile Simone de Beauvoir de gençlerle yürüyerek onları proveke ediyor, izin verirseniz kendilerini cezalandıralım” bunun üzerine de Gauelle o tarihi sözü etmiştir “O Fransadır! O Fransa'nın ruhudur, onu durduramazsın” demiştir. Bu tarihi bir olaydır,
(Cumhurbaşkanı burada Volteire'i ve onun düşüncelerini benimseyenleri kastetmektedir). Volteire Napolyon'a da ilham vermiştir, Napolyon'un başucu yazarıdır. Mustafa Kemal'de Volteire çok okurmuş, gidip görün kitaplığını Volteire'in tüm kitapları vardır.

Volteire'in hürlük fikri modaya nasıl yansımıştır peki?

Napolyon başa geçince ilk iki işinden biri, Ressam Jacques-Louis David'i saraya davet ederek, onu sarayın ressamı ve kostüm tasarımcısı ilan etmek olmuştur. David ampir dönemin de yaratıcısıdır. 16. Lui dönemi kadın erkek elbiseleri köşeye atılır çünkü fazla kabarıktır fazla peruk vardır. Ve muhteşem bir olay çıkarır ortaya, bir yanda halkı değiştirir bir yandan da kendi el yazısı ile “İnsan hakları evrensel beyannamesini” yazar… Bütün bunlar Volteire'in ruhudur. Osmanlı'daki duruma bakacak olursak, işte tanrı bize o sırada büyük şans tanır, tahtta 1. Abdülhamit vardır ve 3. Selim veliahttır. Selim hep Nizam-ı Cedid'i kurmak, yeniçerilerin elbiselerini değiştirmek gibi reform hareketleri istemektedir, daha padişah olmadan bunları kafasına koymuştur…  O sırada Cezayir beyi tarafından 1. Abdülhamit'e Fransız asıllı tutsak Aimee hediye edilir fakat 1. Abdülhamit Aimee'yi göremeyecek kadar hasta ve yaşlıdır. 3. Selim Aimee'yi görür görmez âşık olur, sonra Aimee'nin adını Nakşidil Sultan koyarlar. Nakşidil Sultan müzikten, edebiyattan iyi anlayan bilgili bir kadındır; üstelik Fransız imparatoru Napolyon'un eşi Josephine'in kuzenidir. Nakşidil hem kralın eşidir hem de veliaht 2. Mahmud'un annesi gibidir. 3. Selim yeniçerileri değiştirip modern giysiler giydirmek ister fakat o arada küçük bir isyanda öldürülür. Bunun üzerine 2. Mahmut ile Nakşidil sultan saraydan kaçırılarak korunur ve bir sene sonra 2. Mahmut tahta çıkar. Padişah olgunlaştıkça fikirleri gelişir. 1. Osman'dan 2. Mahmud'a kadar aynı olan saray kıyafetleri onun reformuyla değişir. O zamanlar ne muhteşem dokumalar ve kumaşlar kullanılmaktadır. 2. Mahmud Mekteb-i Harbiye'yi kurar, kız mektepleri açar, tıp okulunu, mühendishaneyi açar sonra 1828'te üzerinde şık bir ceket ve kırmızı pantolonu ile aynanın karşısında prova yaparken annesi gelir ve “Ulema , asker seni bu kılıkla görmesin!” der. 2. Mahmud bunun üzerine tarihi bir söz söyler: “Ana zamanı gelmiştir… Biz Orta Asya'dan Anadolu'ya geldiğimizde üzerimizde pantolon ceket vardı, Avrupa bunları bizden öğrendi.” der. 2. Mahmud, modernize edilmiş kıyafetlerle halkın karşısına çıkınca adını Gavur Padişah yaparlar. Ve 2. Mahmud 1828'te kıyafet devrimi yapar, kadınlar ilk kez topuklu ayakkabıyı onun zamanında giyer. Sonra Şeyhülislam çıkar ve din elden gidiyor der… Din adamları padişahı o kadar çok uyarır ki, 2. Mahmut mesire yerlerine gitmeyi yasaklar.

“Moda her zaman ekonomi ve politikayla beraber olmuştur.”

Hep mücadele etmişiz…

Evet gördüğünüz gibi hep mücadele etmiş bir ülkeyiz… 9. Asırda Araplar İslamı yaymak için İran'a girerler. Şaman İranlılar Müslüman olur. Türkler'in kökeni Dicle, Ural-Altayiktir; bizim Araplarla kan bağımız yoktur, Macar ve Finlandiya'lı akrabalarımzı vardır. 150 sene Türkler Müslüman olmamak için mücadele vermiştir. Sonra İslamiyet'i kabul edince kendi Uygur yazısını ve Şaman dinini terkedip Müslüman olmuşlardır. Arabize Müslüman olmuşuzdur. 1. Osman tahta çıktığında bakın üzerinde yere kadar entarisi, kemeri ve kaftan vardır… 2. Mahmut'a kadar da bu giyim değişmemiştir. Yani demek istediğim moda her zaman ekonomi ve politikayla beraber olmuştur. Bugün de öyle…  Arap emperyalizmi günümüzde de sürmektedir… 2. Mahmut Cumhuriyet'in temelini attı, harp okulunu kurmasa o okuldan Mustafa Kemal Atatürk gibi modern bir subay çıkar mıydı? Atatürk o dönemdeki şık İstanbul'u, şık Ankara'yı görebilir miydi? Hep üzüldüğüm Atatürk'ün yanında kurmay heyeti yoktur… Napolyon'un yanında kurmay heyeti vardır. Atatürk hür düşünceli, çağdaş giysili insanı hayal etmiştir. Olgunlaşma enstitülerini kurmuş ve Avrupa ile eşit bir Türkiye kurmuştur. Türkiye'ye en büyük kötülüklerden birini ise Abdülhamit han yaptı. Kızları Ayşe Sultan enfes prenses giysileri içinde iken sarayda müzik vardır küçük opera binası bile vardır… Abdülhamit operayı sever, fakat sonra polis devleti ve fişlemeler başlar. Abdülhamit'in beyni gericilerle yıkanır ve o dönemde ilk kez fermanla bundan böyle Türk kadını çarşaf giyecektir der! O zamanlar İstanbul 'a Pier Loti gelip gitmektedir. Pier Loti Çerkez kızı Azade'ye âşıktır ve gizli gizli buluşmaktadırlar. Loti, fes takar, kamufle olur, Müslüman kadınla Hristiyan erkeğin buluşması o zamanlar fenadır. Loti “her şeye rağmen ulussuz kadınlar” der Türk kadınları için. İki âşık o zamanlar şair Nigar hanımın evindeki kültürel toplantılara katılırlar, 1800'lerde o evde edebiyat günleri düzenlenir, sanatçılar gelip gider… Yani yine görüyoruz ki ekonomi ve politika sanatla iç içedir… Fransa'da en muteber sanatçılar moda tasarımcıları, müzisyenler, edebiyatçılar, ressamlar, mimarlar ve heykeltıraşlar hep devlet erbabı tarafından bir araya getirilir, bu toplumların gelişmesi için önemlidir… Sanatla Ekonominin ve politikanın beraber olması gerekir.

“Atatürk'te bir tasarımcıdır! Türkiye'yi tasarlamıştır…”

Avrupa modern kıyafetleri Türklerden nasıl öğrenmiştir peki?

Hun imparatoru tahttadır ve Atilla başa geçince senatoyu görmesi için Roma yollanır… 400'lü yıllar bu… Türkler, hep savaştıkları için pratik kıyafetler giymektedir. İçi deri kaplı pantolon, domuz derisi çizmeler, içi kapitoneli düğümlü ceket, kol altı dikişsiz gömlek giymektedirler, başlarında da miğfer vardır… Atilla, 400'lerde Roma'ya iyi niyet elçisi olarak gittiğinde Romalılar Prens Atilla'ya bakarlar ve şaşırırlar. O zamanlar Romalılar hala kumaşa sarılıdır, ondan sonra bütün Avrupa o giysileri benimser…

Siz Paris'ten Türkiye'ye geldiğinizde durum nasıldı?

Ben genç bir modacı olarak 28 yaşında ilk defilemi Ankara Büyük Otel'de yaptım. O güne kadar terzi olayı vardı, tasarımcı çok yoktu. Terzi Mualla, Cemal Bürün vardı. Benim geldiğim sene Bergin Usberk vardı. Bizim elimizden kim tuttu peki? Biz her şeyi kendimiz yaptık, annem onu bunu sattı bana destek oldu. Ben bu olaya başladığımda annemin Moda'daki küçük dairesini sattık. 1977'de Ankara'da Japon Konsolosluğunda defile yaptım, o defilede Emel Korutürk, Bayan İnönü, Bayan Çağlayangil gibi politikacı hanımlarının hepsi vardı. Saçlarım da uzundu bu arada, herkese değişik geliyor tabi… Defile bitti, Bayan Korutürk, ayakta alkışlıyordu. Bayan Korutürk'ün yanına gittim elini öptüm, bayıldım Vural bey dedi… Sonra resepsiyon verilirken yanına çağırdı, yarın sizi köşke çağırsak vaktiniz varsa çay içmeye gelir misiniz dedi, kabul ettim. Ertesi gün köşke çay içmeye gittik. Sohbet ediyorduk konuklarla, o sırada kocaman 2 tepsi geldi, birinde çay diğerinde bardaklar var… Korutürk garsonlara çıkabilirsiniz dedi, kendisi oturduğu yerden herkese çay koydu ve kendi elleriyle bize çay servisi yaptı. İşte şıklık budur! Hayat bir şıklıktır, tarzdır!

Bayan Korutürk'ün teklifinden sonra gittiniz mi peki yurtdışına?

O zaman NATO, Ortak Pazar Büyükelçiliğimiz ve Türkiye Büyükelçiliği var…  İlk NATO'da yaptım defilemi, Brüksel'de yer yerinden oynadı. Modamızın zaferi dendi… Herkes beni takdir etti ama ben o defileyi yaparken yine zavallı anneciğim bir yer satmıştı, kumaşlar almış, güzel sanatlarda dokumalar yaptırmıştım bambaşka bir şey götürmüştüm Bürüksel'e… Sonra beni televizyona davet ettiler, muhabir hanım “Gerçekten siz hakiki Türk'müşsünüz.” dedi. “Anlamadım” dedim! Muhabir, “Çünkü gördüğümüz defile çok kreatif, çok güzel ama bunun kökeni herhalde Fransa, çünkü siz Fransız ekolüsünüz.” dedi. Ben bunun üzerine şu yanıtı verdim: “Ben hiç katıksız Türküm. Eğitimimi Fransa'da aldım, tekniğimi Fransa'dan aldım fakat benim yaratıcı gücüm Türkiye'dir! Defilemde gördüğünüz o anlayamadığınız desenlerin hepsinde, Anadolu'dan geçen, Osmanlı, Roma Hitit,  Etrüsk etkisi var. İşte beni değişik kılan budur!”.

Günümüzde Türk modacıların durumu nasıldır?

Yaptığımız olay şövalyelik, Don Kişot gibi savaş veriyoruz, İstanbul'da yanımda bir sürü yabancı firma var… Burası yabancı modacılarla işgal edilmiş toprak gibi... Fransa'da böyle bir şey yok, Armani Fransa'da dükkan açacaktı yer alacaktı engellediler bizim kendi modacımız var deyip. Ama ben verdiğim mücadeleden mutluyum! Çılgın gibi çalışıyorum… Geçen ay Miami'de defile yaparak yine ülkemi temsil ettim, hep alnımın akıyla çıktım. Miami'de bir Türk modacı diye Miami belediye başkanı yanıma geldi, modacılar sokağında dükkân alın dedi; o da olacak inşallah. Ülkemi hep en iyi şekilde temsil ettim… Nitekim Charles de Gaulle Türkiye'ye geldiğinde de davetliydim. O resepsiyon sadece Fransızlar içindi ben Fransızla evli olduğum için davetliydim… Davette eski eşim Michelle'i sağına beni soluna aldı ve “İşte, Fransız Türk dostluğu bu!” dedi… Sonra François Hollande geldi Türkiye'ye, o zaman Abdullah Gül Reisi Cumhurdu, Fransız ekolü diye benim ismimi de vermişler. Davete çağrıldım. Köşkte inanılmaz bir resim koleksiyonu vardı, onu düşünüyordum… Atatürk'ün çalışma masasına çiçekler koyardı Korutürk öyle asildi, onu düşünüyordum. Sonra hazırlandım, köşkün bahçesine bir girdim inanılmaz bir bahçe tasarımı, inanılmaz bir ışık, enfes… Köşkün içi de çok zevkli döşenmiş ve sadeydi, fakat o duvardaki resimler inanılmaz restore edilmiş, ağzım açık kaldı… Küçük kokteyl salonundan sonra büyük salona geçtik, inanılmaz güzel bir protokol yapmışlar… Büyük salonda Sabancı Müzesi müdürü Dr. Nazan Ölçer'e rastladım duvardaki resimler beni çok cezbetti dedim. Hayri Nüsha hanım dedi resme çok meraklı bütün bu resimleri o restore ettirdi dedi. Londra'ya gitmişler, Prens Charles iki gün Londra'daki sarayı gezdirmiş ve oradaki güzel resimlere hayran kalmış Bayan Gül. Sonra oradaki resimlerin Hollanda'daki Ryksmuseum danışmanlarıyla restore edildiğini öğrenince o danışmanları bulup Çankaya Köşkündeki resimleri restore ettirmiş. Köşkteki sofra düzeni, servis hepsi harikaydı… O varak resim çerçevelerinin altınları bile patine edilerek yapılmış… Benim ağzım açık kaldı doğrusu beklemiyordum… Reisi cumhur orkestrası da çok güzel müzik yaptı… Size ne dedim ekonomi ve politikanın içinde her zaman moda vardır… Moda tasarımı ve sanat olayı için bir çok kültürel hobileri olmalı insanın. Müzik, heykel, resim, mimari, arkeoloji ile uğraşmalı ve gezmeli, ben mesela Afrodisias vakfı kurucu ve isim babasıyım, her tasarımcı Afrodisias'ı görmeli bence.

Geyre Vakfı, Afrodisias Kazıları için çok emek vermişsiniz, vakfın hikâyesi nedir?

Vakfın kazılarını yürüten arkeolog Kenan Erim bizi yemeğe davet etmişti. Bodrum'da Kısmet Otel'de kalıyorduk o zaman. Biz de yola çıkıp Afrodisias'a gittik, ben o zaman gencim. Mimar Abdurrahman Hancı'yı da orada tanıdım. O zamana kadar Afrodisias'a hiç gitmemiştim; görünce resmen aşık oldum… Bir mimar, bir heykeltıraş bir ayakkabı, bir saç tasarımcısı, tasarımla ilgilenen herkes orayı görmeli bence… Kenan Bey çok güzel kazılar yapmış…  Sonra öğrendim ki biraz sıkıntı yaşıyorlar, New York Üniversitesi de tahsisatı kesmiş, para sıkıntıları var. Ben de dedim ki burası için dernek kuracağım, size söz... Sonra İstanbul'a gittim avukatıma danıştım ve vakfı kurmaya kara verdim. İstanbul'a dönünce Sevgi Gönül hanıma rastladım Rahmi Koç'un kız kardeşi. Derneği kur ben arkandayım dedi… Ve ilk toplantıyı Sevginin evinde yaptık. Göynü boş eli hoş biri başkan olsun dedi Sevgi, çok matrak bir hanımdı. İlk başkan Fuat Bayramoğlu oldu. Sonra vakfı kurduk. Sevgi Gönül ve Rahmi Koç hepsi vakfa çok destek verdi. Afrodisias benim için bambaşka olaydır. Vural Gökçaylı eşittir drapedir ya… İşte o drapenin ilhamı Paris değildir sadece Afrodisias'tır aynı zamanda… Dediğim gibi moda tasarım olayı biraz da yaratıcı güçtür… Ben mutluyum üniversitelerde derste veriyorum… Artık bütün güzel sanatlar fakültelerinde moda bölümü var. 1946'ya kadar Atatürk'ün emriyle akademide moda bölümü varmış ama 46'da gereksiz diye kapamışlar… Kapatmasalardı belki de eğitime Paris'e gitmeyecektim ama iyi ki de kapatmışlar ve gitmişim… (gülüyor).

Cevat Şakir Arşipel kitabında modanın merkezi olarak Ege'yi gösteriyor, bu konuda ne dersiniz?

Ege tabi ama Ege deyince Latin ve Grek olayı geliyor… Hem Romalılar hem Yunanlılar… Sanatın beşiği Yunandır.

Felsefe sanatın temeli mi?

Felsefe inanılmaz bir şeydir. Fransa'da laten grek çok meşhurdur. Fransa'da felsefe okullarda okutuluyordu ama maalesef Hollande bunu kaldırdı… Türkiye'de de okutulmuyor galiba. Fransızlar Yunan olayına hayranlar Roma kültürüne de… Hele Rönesans başka bir olay… Fransızlar Mısır kültürüne de çok hayran, 10 Fransız'dan 8'i mutlaka Mısır'a gitmiştir. Ramses II'nin mumyası kurtlanıp bozulmaya yüz tuttuğunda Mısırdaki bilim adamları işin içinden çıkamayınca Fransızlar teklif götürdü ve uçakla Ramses II Paris'e yolandı… Fransız hükümeti devlet töreniyle karşıladı Ramses'i. Orada onarıldı mumya ve demlet töreniyle geri yollandı, bu kadar sanatı seven bir ülke… Fransızlar ukala deniyor evet ukalalar ama haklılar çünkü kültürel birikimleri fazla. Bizde de var o birikim ama nedense sahip çıkmıyoruz yeterince, Bizde Yunus Emre var, neler var neler… Biraz da ilgilenip öne çıkarsak bizim de çok düşünürümüz, edebiyatçımız, sanatçımız var…

Son olarak, Bodrum'daki moda anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bodrum'da halk istediğini giyiyor gördüğüm kadarıyla. Bir sürü şortlular görüyorum… Miami'deki gibi. Bodrum enternasyonal bir yer; spor giyim daha ağırlıkta. Bazı partilerde de İstanbul giysileriyle gelen rüküş hanımlarda görüyorum, Bodrum'da payetler değil soyut şeyler giyilir…  Giyinmek sanattır! Ben hep mankenlerime derim ki siz bu giysiyi kendinizi değil, elbiseyi göstermek için giyinin önce o elbiseyi tanıyın, sonra vücudunuzla bağdaştırıp benimseyin sonra giyin. Elbiseyi sunmak, taşımak bambaşka olaylar. Zarafet bambaşkadır… Fransa da gezerken fakir düşmüş bir kontes görmüştüm bir davette, o kadar zarifti ki dikkatimi çekti. Bizi sonra evine davet etti, annem yaşında bir hanım. Dairesine gittik, küçük fakat inanılmaz şık bir dekorasyon, çok güzel 8 kişilik masa… İnanılmaz porselenler, kristal bardaklar, kolalı masa örtüsü… Ben dedim ki “Ne güzel kolalı masa örtünüz, Paris'te masa örtüsü kolalamak bir servettir.”. Dedi ki “Bana tanrı bana o gayreti veriyor… Yemeğim olmasın ama sofra düzenim güzel olsun benim en büyük servetim bu”... Atatürk'ün Çankaya köşkündeki masası geldi şimdi aklıma, enfesti… Kolalı masa örtüsü, ince zarif porselenler, kristaller… Allah rahmet eylesin diyerek bitiriyorum artık… Teşekkür ederim…