Röportaj
Mavro Muharrem
Bu sayımızda Lakaplarla anılanlar köşemizin konuğu Muharrem ÖZBAYLAN nam-ı diğer Mavro Muharrem. Hem çok çalışkan hemde gözüpek olan Mavro Muharrem ile gençlik yıllarını ve o yıllardaki Bodrum’u,
03.05.2014 14:34
maceralarla dolu süngercilik hikâyelerini ve birbirinden ilginç anılarını dinledik. Kısaca Mavro Muharrem'in hayatının özetini çıkardık. Biz bu röportajı gerçekleştirmekten büyük keyif aldık. Sizlerin de okurken keyif alacağınızı umuyoruz.

Bodrum'un yokluk içinde olduğu 1944 yılında Giritli bir anne-babanın 8. çocuğundan biri olarak dünyaya gelmiş Mavro Muharrem. Çocukluk yılları Kumbahçe mahallesinde geçmiş. Geçmişte İstanköy oteli evleriymiş. O dönemde yokluğun en üst seviyede kendini gösterdiği zamanlarmış. O yüzden hep çalışmış Muharrem …. Gençliğinde balıkçılık, süngercilik, simitçilik, boyacılık ve aklınıza gelebilecek her işi yapmış. “Bir tek hırsızlık yapmadım” diyor ve o günleri şöyle özetliyor; “Balığa giderdik, dönüşte balığı satacak kimseyi bulamazdık. Çünkü kimsede balık alacak para yoktu. Düşünün kilosu 1 liraya Barbun satmaya çalışırdık, ama satamazdık elimizde kalırdı. Dam başlarına gerenler serilirdi. Onların üzerine de toprak dökülürdü. Gündüz evlerin badanalarını yapardık. Akşam da evlerin çatılarına gerenleri sererdik. 1961 senesinde Tosun ve Baskın'lar 'Tımarhane' diye ufak bir tekne ile Bodrum'a geldiler. Ben de o teknede hortumcu olarak çalışmaya başladım. 1962 senesinde de balık adamlığa geçtim. 1966 senesinde askere gidene kadar da Tosun ve Baskın'la sünger avcılığı yaptım. ”

Yaşı nüfusa iki sene geç yazıldığı için 1966 senesinde askere gitmiş ve 26 ay askerlik yapmış Mavro Muharrem. “Rahmetli babam yoklukta cebime ancak 2.5 lira para koydu ve beni İskenderun'a askere gönderdi. Oradan da İstanbul'a gittim. Tırtıklı bir kuruşlar vardı, ben onlarla askere gittim. İskenderun'dan İstanbul'a giderken de büyük sıkıntılar çektik. Üç günde İstanbul'a geldik. Yolda bize verdikleri konserveleri açıyoruz pas içinde bozulmuş, çürümüş yiyecekler. Cebimizde de beş kuruş para yok. Zar zor bitirdik üç günlük yolu. İstanbul'a ilk defa geliyordum. Trenden Haydarpaşa'da indim şaşırdım Amerika'ya mı geldik, uzayda mıyız diye. O derece değişik ve güzel gelmişti İstanbul bana. 20 yaşımda ilk defa geliyordum İstanbul'a. Askerliğimi Dalgıç Okulunda yaptım. Orada hem baş polis, hem de baş balıkadamdım. 26 ay 13 gün askerlik yaptım. Askerlik biter bitmez Vapora Hüseyin'in teknesi Marmara'daydı, ben eve değil Vapora'nın teknesine gittim çalışmak için. Teknede süngerlerde çalıştım. Bodrum'a ancak sezon sonunda gelebildik. Ancak bu sefer de Süngerleri satacak adam bulamadık. Yunanlıların keyfi olacak da bizim süngerleri alacaklar. Biz de Süngerleri Ziraat Bankası'na koyduk. Bodrum'da o zaman Vapora Hüseyin, Basri Kaptan, Arap, Kadri Çavuş, Kara Ömer, Celal Konday, İhsan Türkoğlu birlikte 15-20 tekne süngere çıkardık. Limandan 10-15 tanesi yukarı Kuşadasından Marmara'ya doğru, 10 tanesi de Antalya'ya doğru. O zamanlar teknoloji diye bir şey yok. Hortumlar birbirine ekli şekildeydi, Allaha emanet olarak yaptık dalgıçlığı. Ben askerde gerçek bir dalgıç olduktan sonra anladım ne kadar atıl koşullarda çalıştığımızı. Bir gün Alanya'da yine dalış yapıyorum. Yaklaşık 70 metre derinde bir banko bulduk. Ben daldım süngerleri buldum ama kolumdaki saat 70 metreden sonra arızalandı. Artık kaç metreye indim bilmiyorum. Süngerleri aldım çıkıyorum. Belime bir ağrı girdi. Sanki 120 yaşında bir insan gibi çıktım yukarıya. Nasıl bir sancı anlatamam. Arap Abi ile Basri kaptan hemen koştular 'ne oldu' diye. Alanya'nın sahiline yanaştık Aslan Piyadesinde Hüseyin Kaptan vardı. Kefalukalı Vapora Anter'in üvey babasıydı. Onlar beni yola çıkardılar, yol derken yol yok, patika yol, her yer taş. Adamın biri seslendi yolda, 'gelin bakalım buraya ne oldunuz' dedi. Rahmetli Arap Abi, Herkül İbrahim, Almanyalı profesör ibrahim vardı. Aldılar beni adamın kulübesine götürdüler. Beni biraz inceledikten sonra 'bunun böbreklerinde taş var, taş oynamaya yapmış. Bende ilacı var ama siz bu adamı zapt edebilecek misiniz, çok büyük sancı yapar' dedi. Bir şişeyi toprağın altından çıkardı, şişenin yarısını bana içirdi. İçtim ama hiçbir şey olmadı. Biraz zaman geçtikten sonra şişenin kalan yarısını da içmemi söyledi. Onu da içtikten sonra bir sancı başladı. Taşları elimle sıksam kum olacak o derece sancı çekiyorum. Sonra taşları düşürdüm herhalde bir uyumuşum ancak üç dört saat sonra kalkabildim. Ertesi gün yine dalışa başladım. Annem rahmetli fanila örerdi kuzu yününden. Girit'ten gelenlerin hepsi o faniladan giyerdi. Kışın çok sıcak yazın da çok serin tutar. Üzerimizde dalış yaparken o olurdu. Tam dalış yapacağım. Kaptana sordum “burayı kaç metre” diye. Bana döndü bir tokat attı. Bu teknede metre sorulmaz diye. “Hortumun yettiği yere kadar gideceksin” dedi. Düşünün artık gerisini siz nasıl ortamlarda çalıştığımızı”


Mavro Muharrem'in hayatının seyri 1969 yılında Yunanistan'da dalgıçlık yapmaya başlamasıyla değişmeye başlamış. Ancak sanmayın ki bu değişim olumlu yönde. İlk başlarda güzel gibi görünen yurt dışı macerası Kıbrıs Barış harekâtının başlaması ile kâbusa dönüşmüş. Uzun yıllar evinden, vatanından ayrı kalan Mavro muharrem 7 yıl süren ve filmleri aratmayacak macerasını şöyle anlatıyor; “Yunanistan'a 1969 yılının Mayıs ayında gittim. Teknede 4 tane yunanlı bir de Türk olarak ben vardım. Ben başladım çalışmaya, o sene Yunanistan'da 235 kg. sünger keserek bir rekor kırdım. Benim kaptan süngerleri kurutunca 15 gün Limi'ye gidiyordu. Ben de tekneyi aldığım gibi dalmaya gidiyordum. Balıkçılara kestiğim süngerin üçte birini veriyordum onlar da bana yer gösteriyorlardı. İniyordum 65-70 metreye üstelik ful teçhizatlı, üstelik bakım var, 15 günde bir limana gidip yiyip-içtiklerimizle ilgili bilgi veriyorduk. Sonra orada teknenin sahibinin kızıyla evlendim. Evin tek kızıydı. İki tekne ile sünger fabrikaları vardı. Bütün para işlerini bana verdiler, altımda en lüks arabalar. Bir de oğlum oldu. Bir gün dedim ki kayınpedere “gel gidelim Rafina'da sünger çokmuş, “Tamam Mavro” dedi, gittik oraya fakat balıkçılar bir yer gösteriyor 65-70 metre, orada 45 metreden fazlaya dalmak yasak, kontratımız 45 metre, ben kayınpeder olmadığı zaman kılavuza veriyordum 200 drahmi, orda dalıyordum. Her biri 1 kiloya yakındı süngerlerin. Üç tane süngeri poşete koyuyordum doluyordu. Bir gün Kayınpeder gördü süngerleri delirdi. “sen hapse girersen benim hayatım biter, bütün teknelerim gider” diye çok kızdı. 1974 senesinde yine Rafina'da çalışıyoruz hiç unutmuyorum 16 Temmuz 1974, iki tekne yan yanayız, kayınpeder bana “Mavro gidelim de süngerleri kurutalım oradan da ben Limi'ye giderim dedi. Ama bu sefer kaptanı da alacağım çünkü senin o yasak yerlere gideceğini biliyorum” dedi. Kayınpeder'le kaptan gittikten sonra biz birkaç arkadaşla ayın 19'unda Neapoli diye küçük bir kasaba var, Rafina körfezinin yanında ufak bir koy oraya girdik, teknede yemek yedik, daha dalmadık bile, yavaş yavaş hazırlanıyoruz. Ben de kamarada sigara yaktım. Dışarıdan bir gürültü geldi. Ne oluyor diye teknenin üstüne çıktım. Baktım jandarmalar bize kelepçeyi vurdu. 4 balık adamız biz, birisi Gara İnek (Mustafa Susam), diğeri rahmetli İzzet, bir de Gündoğan köyünden Muzaffer var. Aldılar bizi bir arabaya koydular. Üstümüzde mayodan başka bir şey yok. Bizi dört duvar arasına koydular. Pencere falan yok. Sadece kapının üzerinde elim kadar bir demir kafes var. Onu da arada kapatıyorlar. Hiçbir yerden hava gelmiyor, nefes alamıyoruz. Öyle bir yer ki dört kişi aynı anda oturamıyoruz o kadar küçük bir alan. Gece olunca bizi alıp başka bir karakola götürdüler, o kadar çok dolaştık ki en son gittiğimiz karakol 13. Karakoldu. En son bizi götürdükleri yer Isparti diye bir köymüş, fakat bizi koydukları karakolla köyün arası 20 km. Bıyıklı, ayakları çizmeli adamlar dolaşıyorlar, konuşuyorlar. Bellerinde silahları var. Arkadaşlara dedim ki “çocuklar hakkımızı helal edelim, öbür tarafta buluşuruz.” Çünkü bizi en son buraya getirdiler ve bıraktılar. Bunun sonu hayır değil. İçimden de “bizi ya aşağı atacaklar ya da kurşuna dizecekler” diye geçiriyoru. O ara birisi ufak deliği açtı. Sizin içinizde Yunanca konuşan biri varmış dedi. 'Benim' dedim. Yunanca'yı nerden öğrendiğimi sordular. Annemin ve babamın Giritli olduğunu söyledim. Hepimizi dışarı çıkardılar, yemek yok, ekmek, su yok. Teneke bardakla suratıma suyu serptiler. Ne oluyor derken “size söylemediler mi Türkiye Yunanistan ile harbe girdi. Kıbrıs'ın açıklarında Türk gemilerini batırdık, uçakları düşürdük, askerleri topluyorlar” dedi. O ara bir araba sesi geldi. Bizi hemen tekrar içeri soktu 'içeri girin ama söylemeyin sizi dışarı çıkardığımı' dedi. Sonra gelenler bizi arabayla Atina'ya gönderdiler. Uzun bir yolculuktan sonra Atina'ya vardık. Doğru emniyet müdürlüğüne götürdüler, o sırada Türk konsolosluğundan birisi geldi bizi İstanbul otobüsüne bindirdi. İpsala'ya geldik otobüs yemek molası verdi. Bir kuruş para yok cebimizde. Sigaradan başka hiçbir şeyimiz yok. 'Old Name' diye bir sigaraları var o sigaradan veriyorlardı dalgıçlara kartonlarla, otobüs mola verince bir şey alacak paramız yok, bari dışarı çıkalım bir sigara içelim dedik. Adamın birisi çıktı lokantadan 'içeri girin bakayım' dedi. Biz korktuk ama istersen girme. Çünkü bütün yolda, jandarma arabaları, tırlar, damperli kamyonlar, silahlı adamlar falan, biz hemen içeri girdik. Adam bize 2 tane naylon torbada ekmek getirdi. Bir çıkardım ekmeklerin arasında patates, biber, köfte var. Bir ekmeği ikiye böldüm ekmeği birini Muzaffer'e birini İzzet'e verdim. Öbür ekmeği de böldüm yarısını Gara İneğe verdim yarısını da ben yedim. O kadar açız ki ekmeği çiğnemeden yutuyoruz. Otobüs kalktı gidiyor, bizde bir karın ağrısı, Gara İneğe 'kusura bakma, bize orda bir şey yapmadılar ama burada zehirlediler yolda bıraktılar hakkınızı helal edin' dedim. Biraz bekledik bir şey yok, gittik karakola, 'biz Bodrum'luyuz, Bodrum'a gideceğiz dedik. 'Mümkün değil kardeşim ben hangi birinizi göndereyim' dedi bizi başından attı. Sonra bindirdiler bizi bir traktöre Keşan'a kadar geldik. Garajın önünde indirdiler, garajın karşısında da bir kahve var, gittik kahvenin önüne oturduk. Karşımıza bir simitçi geldi, simitler nasıl kokuyor o açlıkla anlatamam. Ben oradan 4 tane simit çaldım. Koydum valizime. Başka çarem yok, birer tane simitle ertesi günü geçireceğiz. Simitçi çocuk çayını aldı geldi oturdu simit tezgâhının başına. 'Birader sana iki paket sigara versek bize birer tane simit verir misin' dedim. 'Abi ne demek simitler bizim fırından ikişer tane alın yiyin' dedi. Hala daha unutmam öyle utandım, öyle ağırıma gitti ki yaptığım şey. Ama açlık insana her şeyi yaptırıyor. Şimdi o laf üzerine ben çaldığım simitleri nasıl çıkarıp koyayım tezgâha. Neyse biz o simitleri de aldık yedik, açlığımızı bastırdık. O ara aklıma asker arkadaşım geldi. Süleyman Salgın diye Keşanlı bir çocuk vardı. Kahveden içeri girdim birilerine arkadaşı soracağım. Yaşlı bir amca 'buyur oğlum' dedi. Ocağa geldim bir baktım duvarda benim resimle çocuğun resmi asılı. 'Amca bu arkadaş nerede' dedim. 'Sana ne' dedi. Beni gördü korktu tabii, saçlar belimde, sakallar omzuma inmiş, ortalık karışık. Amca dedim o resimdeki adam benim. Sonra Süleyman Salgın'la ilgili bilgiler verdim 'çubuklu dalgıç okulundan mezun falan diye anlattım. 'Sen kimsin?' dedi. Kendimi tanıttım. Yaşlı amca 'o benim oğlum' dedi. Süleyman'ı buldular geldiler. Taksi şoförlüğü yapıyormuş. Çocuğa olan biteni anlattım, karnımız aç, üstümüz başımız leş. Traktörle İpsala'dan Keşan'a gelmek kolay mı, benim sakallar oldu tozdan bembeyaz. Süleyman'ın eşi bir kazan su kaynattı. Dökün dökün pislikten sabun köpürmüyor. Neyse temizlendik, sağ olsun bizim karnımızı doyurdu, temizledi, elbiseler verdi bize. Son olarak utana sıkıla bir de 100 lira borç istedik kendisinden. Yoksa hiçbir yere gidemeyeceğiz. 'Ne demek' dedi. Kalktık o parayla Bodrum'a geldik. Bodrum'da o zamanlar taksi yoktu. Karabulut'un jeepi vardı. Onunla Kumbahçe'ye geldim, Dinç Pansiyonun sokağından içeri girdim kadınlar beni bir gördü 'bu gavurun burada ne işi var, girin içeri' diye bağrışmaya başladılar. Kadınlardan biri Gülfer Abla, biri Çakriyalının karısı Huriye Abla. 'Abla benim Muharrem' dedim. 7 yıldır görmemişler, saç sakal birbirine karışmış, şöyle bir baktılar bana boynuma sarıldılar. Anneme babama haber verdiler. Annem beni görünce orada kapının önünde yağıldı kaldı. Savaş olduğu için beni öldü diye söylemişler yedi yıl da ses çıkmayınca kadın heyecandan bayıldı.

Sonra Bodrum'da aşçı olarak çalışmaya başladım. Bülent Eczacıbaşı'nın yanında çalıştım bir süre, aşçılık yaptım teknesinde. Selçuk Kentkuran'ın yanında Marinero'da 7 yıl çalıştım. Ünal'ın teknesi vardı 'Yaralı Ceylan' diye. O tekneyi sonra 9 bin lira vererek ben aldım ve teknenin ismini 'Seden' olarak değiştirdim. Bodrum'da acenteler hiçbir gemiciye, hiçbir kaptana bahşiş vermez. Demir Şerbetçioğlu (Flama Tour) bana bahşiş verdi. İtalyanları gezdirdim 12 gün, Mısırlı çoraplarının sahibi Macit Mısırlı'yı gezdirdik. Ben bir daldım orfozu vurdum, fakat mağaradan çıkartamadım yuvadan. 21 kilo geldi balık. Macit Bey'de sandalla beni takip ediyor. Beni kaybedince doğru tekneye geliyor 'Muharrem Kaptan öldü diye bağırıyor. Sonra beni balıkla görünce çok sevinmişti. O gezi sonrasında Macit Bey o zamanın parasıyla 15 lira bahşiş vermişti. Sonra Erol Simavi'nin yanında çalıştım uzunca bir süre. Şimdiki Red Line'ın yanındaki bina Ural Ataman'ındı. Bu evi Erol Simavi alıyor Ural Bey'den. O dönemde ben girdim yanına, teknesinde çalışmaya başladım. Fethiye'ye Domuz Adası'na gidip geliyorduk. Git gel yaparken Erol Bey, 'Muharrem seni evlendirelim oğlum' dedi. Ben de 'olur' dedim. Bir ara beni Ankara'ya gönderdi bir banka işi için, yanımda Güngör Bey diye birisi de vardı. Birlikte bir bankanın Yenişehir şubesine gittik, içeri girdik karşıma çok güzel bir kız çıktı. O bana baktı, ben ona baktım, sonra Güngör bey'e 'bana bu kızı alalım' dedim. 'Tamam ' dedi. Geldik Bodrum'a Erol Bey'e durumu anlattık. Erol Bey hemen müdürü aradı. Üç gün sonra da o bayanın tayini Bodrum Yapı Kredi bankasına çıktı. Yıl 1978-79 civarı. Biz o bayanla evlendik. İsmi Gül Sarıdoğan'dı. Fakat ben rahat durmuyordum. Bir sene sonra bir gün bana 'ben Ankara'ya ailemin yanına ziyarete gitsem olur mu?' diye sordu. Ben de olur dedim. O zamanlar İstanbul'da bir diş doktoru arkadaşım vardı ismi Emel, o gelecek diye haber geldi. Ben de Ankara olayını hızlandırdım. Hanım sabah valizini aldı gitti. Daha doğrusu ben otobüse bindi gitti sanıyorum. Emel geldi İstanbul'dan. Biz gece evdeyiz kapı çaldı. Gittim kapıyı açtım baktım karşımda benim hanım. 'O içerdeki kadını dışarı çıkar' dedi bana. Meğerse eşimi garajda görmüşler, nereye gidiyorsun diye sormuşlar. 'Ankara'ya gidiyorum' deyince de 'İstanbul'dan misafiri geliyor, onun için mi gönderiyor seni' diye takılmışlar. Bizim hanım da bileti iptal ettiği gibi akşamı bizi yakalıyor. İlk evliliğim bu şekilde bitti. Ben de Emel'i çok seviyorum onunla evleneceğim. İstanbul'a gidecek eşyaları alıp gelecek. Kardeşi Kenan da diş doktoruydu. Bodrum'a tatile geldiler, o zaman çok zamparaydım, ona da başka bir bayanla yakalanınca Emel'den de ayrıldım. 'Kaptanın parası pul, karısı dul' derler, benimki de o misal sonra birkaç bayanla daha nişanlandım ama olmadı. Son olarak İstanbul'da Altıyol'da bir mağazada gezerken düğmem koptu. O sırada mağazada çalışan bayanla tanıştım. Yılbaşında arkadaş olduk. Sonra 1979 yılında onunla evlendim. Ama evlenirken de çok büyük yemin ettim. Ne bir aldatma, ne kumar, ne içki, hiçbirine elimi sürmedim. Sonra iki kızımız oldu Seden ve Sedef diye. Eşimin de ilk eşinden iki kızı vardı. Çocukları evlendirdik iki tane de torunumuz var. Çocuklarımın hiçbirini bir diğerinden ayırmadım, ayırmamda diye özetliyor hayatını Mavro Muharrem, şimdi evinde eşiyle birlikte vakit geçiriyor. En büyük hobisi mutfakta vakit geçirmek, eşini mutfağa hiç sokmuyor. Sabah kahvaltısını da akşam yemeğini de kendisi hazırlıyor. Mutfak alışverişini kendisi günlük yapıyor, taze ve yerinden.

Sohbetimiz keyifle sürerken, Muharrem Bey'in lakabının anlamını ve kimin tarafından takıldığını soruyoruz. Başlıyor anlatmaya; 'Mavro, Yunanca'da esmer demek. Bizim Yunanlı kaptan Dimitri beni çalıştığım teknede görmüş, 'şu Mavro'yu biz alsak köşeyi döneriz' demiş. O günden sonra lakabım Mavro kaldı. Beni şimdi herkes 'Mavro Muharrem' diye bilir.

Bir sezonda 230 kilo sünger çıkaran Mavro Muharrem hiç vurgun yememiş. Dalgıçlığın kafa işi olduğunu belirten Mavro, işin inceliklerini şöyle anlatıyor; Daldıktan sonra dekompresyon yapacaksın. Yukarı çıkarken hava kabarcıklarını geçmeyeceksin”

Yıllarca hem başkalarının hem kendi teknesinin kaptanlığını yapmış, aşçılık, balıkçılık yapmış, dünyanın pek çok suyundan sünger çıkarmış ama hiç yorulmamış, tabir-i caizse gözünü budaktan sakınmamış, namusuyla çalışmış, namusuyla kazanmış, şimdi kızlarıyla, torunlarıyla, eşiyle mutlu sakin bir hayat yaşıyor. Evinin bir köşesini dalgıçlık yıllarından kalan hatıralar (anfora, sünger, deniz yıldızı vs.) süslüyor. Bizi de hem sohbetiyle, hem de güler yüzüyle çok güzel ağırlıyor. Bu röportajı yaptığımız sırada gözünden ameliyat olacaktı. Öğrendik ki ameliyat başarıyla geçmiş ve gözleri sağlığına kavuşmuş. Mavro Muharrem'e, samimiyeti, içten anlatımı, güler yüzü ve neşesi için teşekkür ediyor, yakında doğacak üçüncü torunu ile mutlu ve sağlıklı bir yaşam sürmesini diliyoruz.



Anılar…..anılar….
Zemini farklı renk olabilir…………………..

Yunanistan'dayken Sicilya adasına gittik. Marsilya civarında 60 metreye kadar izin veriliyor dalmaya. 65 metrede öyle bir yer buldum ki süngerler müthiş. Ancak dalmamız yasak, ben çiğnedim yasağı indim aşağı doldurdum süngerleri. Tam yukarı çıkacağım işareti verdim başımın üzerinde bir karartı oldu. Kafamı bir çevirdim iki tane köpek balığı benim regülâtörden çıkan hava kabarcıklarıyla oynuyor. Bir tanesi 4-5 ton civarında. Bunları görmemle aşağı inip kayaların arasına girmem bir oldu. Yukarıya da tehlike işareti verdim. (bir-bırak, iki-hava, üç-çıkıyorum, dört-tehlike)Bu işareti verince seni yukarı çekmezler. Yaklaşık 2-3 saat bekledim aşağıda su soğuk, dondum. Sonra ağır ağır yukarı çıktım. Hemen teknenin yan tarafından atladım içeri vücuduma iğne batırıyorlarmış gibi bir his başladı bende. Vurgunun başlangıcı. Kayınpedere bacağımda ağrı var, gidelim başka bir yerde aynı metreye dalacağım dedim. Aşağı yukarı 3 mil kadar gittikten sonra ben yine 60 metreye indim. Dekompresyon yapa yapa 12 metreye kadar geldim. 12 metrede yarım saat durdum. 9 metrede 15 dakika durdum, sonra altı metre, sonra üç metre derken yukarı çıktım. Bu şekilde kurtuldum.


Gençliğinde birçok deniz kazasında dalgıçlık yapmış Mavro Muharrem, denize düşen arabalardan, batan gemilerden, çarpışan teknelerden yaralılar, ölüler, gençler, çocuklar çıkarmış. Acısı hala yüreğinde.


Gençliğinde çok yakışıklı olan peşinden çok koşturan Mavro Muharrem Kadir İnanır'ın Bodrum'da film çektiği zaman dublörlüğünü yaparmış. Bu fotoğraf da o günlerden bir anı.


Mavro Muharrem'in Yunanistan'da yaşadığı yıllarda bir oğlu olduğundan bahsetmiştik. Oğluyla hiç görüşmüyormuş Mavro Muharrem, “bundan 15 sene önce oğlan geldi Bodrum'da 4 gün kaldı. Sonra gitti, gidiş o gidiş. Bir sefer de telefon açtı benden 50 bin dolar istedi iş kuracakmış. Bende o kadar para olmadığını söyledim. Sonra bir daha hiç görüşmedik” diyor.